NAM-I MÜSTEAR KAVRAMI ve HUKUKİ NİTELİĞİ
Av. Mustafa Alper KÜÇÜKYILMAZ
Makalenin tamamını PDF olarak indirmek için lütfen linke tıklayınız
NAM-I MÜSTEAR KAVRAMI ve HUKUKİ NİTELİĞİ
ÖZET
Osmanlı
İmparatorluğu döneminde yabancı şahıs ve tüzel kişilerin taşınmaz mal edinimi
sağlamak istemesiyle uygulama alanı bulan nam-ı müstear, birçok ülkenin hukuk
düzeninde ve doktrininde kendisine yer bulmuştur. Günümüz hukuk sistemimizin
uygulama alanında ise nam-ı müstear bulunmamaktadır. Doktrinde hukuki niteliği
tartışmalı olan nam-ı müstear, şahsına münhasır özellikleriyle hukukta
düzenlenen diğer kavramlardan sıyrılmaktadır. Bu konu hakkında verilen,
Yargıtay’ın eski yıllara ait İçtihadı Birleştirme Kararlarının da doktrinde
sıklıkla eleştirildiği görülmektedir.
Bu
çalışma, nam- müstearın hukuki niteliğini ve nasıl uygulanabileceği hususunu
inceleme amacını taşımaktadır. Uzun yıllardır pozitif hukukta kendisine yer
bulamayan nam-ı müstearın tanımı, benzer diğer kavramlardan ayrılan yönleri ve
nasıl tekrar canlanabileceği üzerine çözüm önerileri bu çalışmada
tartışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Nam-ı
Müstear, İnançlı İşlem, Muvazaa.
GİRİŞ
Nam-ı müstearın hukuki niteliği hususunda
doktrinde birçok farklı görüş bulunmaktadır. Doktrindeki yazarlar, nam-ı
müstearı; şahısta muvazaa, inançlı işlem, vekalet ilişkisi gibi farklı
görüşlerle açıklamaya çalışmışlardır. Uzun yıllardır bu konu hakkında bir görüş
birliği oluşmamıştır ve yazarlar tarafından nam-ı müstearın hukuki niteliği hakkında
tartışma devam etmektedir.
Kısaca,
“gerçekte malik olmayan bir kişinin, çeşitli sebeplerden dolayı (taraf
olduğu bir hukuki ilişki nedeniyle) tapu sicilinde malik gibi görünmesidir”
olarak açıklayabileceğimiz nam-ı müsteara pozitif hukukumuzda yer verilmemiş
bulunmaktadır. Türk hukukunda nam-ı müstear, düzenlenmemiş bulunmaktadır. Fakat
konu irdelendiğinde görülmektedir ki; kanun koyucu tarafından düzenlenerek mevzuata
eklenmesi ve uygulanması için hiçbir hukuki engel bulunmamaktadır. Yasada
düzenlenmese dahi içtihatlarla kendisine uygulama alanı yaratıldığında kurumun
fayda sağladığının görülecektir. Nam-ı müstear kavramını uygulama alanına dahil
etmek ve faydalanmak gerekmektedir.
Nam-ı
müstearın, hukukumuzdaki muvazaa ve inançlı işlemden bazı ortak noktaları
bulunmasına rağmen, bu kavramlardan birçok yönde farklılık arz ettiği
görülmektedir. Bu kurum hakkında, Yargıtay’ın 1947 ve 1953 yıllarında olmak
üzere iki adet İçtihadı Birleştirme Kararı bulunmaktadır. Doktrindeki birçok
yazar gibi bizim de görüşümüze göre bu kararların her ikisine de katılmak
mümkün değildir. Elinizdeki bu çalışma,
temelleri ve dinamikleri ile birlikte bu konunun ayrıntılı bir biçimde ele
alınmasını hedeflemektedir.
1. NAM-I MÜSTEAR KAVRAMI
Nam-ı müsteara eski hukukumuzda rastlanmıştır.
Mevcut pozitif hukukumuzda, nam-ı müsteara yer verilmemiştir. Nam-ı müstear, doktrin
ve uygulamada kullanılan bir deyimdir. Nam-ı müstearda, bir kişi bir hakkını,
bir taşınmaz malını devretmek, başka bir kişi de bu hakkı veya malı devralmak
istemekte, ancak alıcı konumunda olan kişi, şu veya bu sebeple isminin gizli
kalmasını arzu etmektedir. İşte bu kişi “nam-ı müstear” olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bir nam-ı müstear ilişkisinde üç kişiye ihtiyaç vardır. Bunlar;
taşınmazını devretmek isteyen satıcı, isminin gizli kalmasını arzu eden alıcı
ve üçüncü bir kişi olan ve kendi adına başkasının hesabına hareket eden nam-ı
müsteardır. Nam-ı müstear ilişkisinde bir komisyoncu gibi müvekkilinin ismini
gizleyerek bir başkasına hesabına fakat kendi namına hareket eden bir vekil söz
konusu olmaktadır.
Nam-ı müstear olarak nitelenen durum
şöyle bir örnekle açıklanabilir: (A), (S)’nin taşınmazını satın almak ister.
Ancak, geçmiş yıllara dayanan bir küslük nedeniyle (S)’nin kendisine taşınmazını
satmayacağını düşünen (A) (S)’nin taşınmazını satın alması için (V) ile dolaylı
temsili içeren bir vekalet sözleşmesi yapar, (V), (S)’den bu taşınmazı satın
alır ve tescil (V) adına yapılır. Olayda (V), kendi adına fakat (A)’nın
hesabına hareket etmiştir. Yani V, “nam-ı müstear”dır.
1.1.
Nam-ı
Müstear’ın Tarihi Gelişimi
Bugün kanunlarımızda nam-ı müstear diye bir
kurum mevcut değildir. Halbuki, Mecelle’de iki ayrı maddede düzenlenmiş
bulunmaktadır. Türk-İsviçre hukukunda nam-ı müstear ya muvazaa ya inançlı işlem
veya vasıtalı temsilin hukuksal rejimine tabi tutulmaktadır.
Konuya tarihsel gelişim nezdinde
yaklaşıldığında, nam-ı müstear denilen hukuki durumun ortaya çıkış
sebeplerinden bir tanesinin hukuki olmaktan çok siyasi nitelik taşıdığı
görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan gayrimüslim azınlık
grupların, kilise gibi dini amaçlı kurumların korunması için oluşturacakları
vakıflara taşınmaz mal edinme imkanı tanınmamıştır ve bu engelin önüne
geçebilmek için, kilise veya onun korunması amacıyla oluşturulmuş vakıflara
tahsisi düşünülen taşınmazlar, ya kilisenin papazı gibi güvenilir şahısların
adlarına, ya da İsa’nın oğlu gibi hayali varlıklar adına tapuya tescil
ettirilmekteydi. 5 Mart 1912 tarihli “Eşhası Hükmiyenin Emva-li Gayrimenkuleye
Tasarruflarına Mahsus Kanuni Muvakkat”ı yürürlüğe girmesine kadar Osmanlı
İmparatorluğu sınırları içerisinde taşınmaz mal edinme olanakları olmayan
yabancı gerçek ve tüzel kişiler, özellikle cemaat vakıfları, kiliseler,
patrikhane gibi yabancı tüzel kişiler edindikleri taşınmazları mevcut veya
mevhum/hayali kişiler adına tescil etmek suretiyle, bu yoldan edinilen
mallardan yararlanmışlardır.
Günümüzde,
o dönemin gayrimüslimlerinin yaşadığı sıkıntılara benzer bir sıkıntıdan söz
etmek mümkün değildir. Mevcut hukuk düzenimiz, inanç özgürlüğü ile mensubu
olunan dine göre bir ayrım yapmamaktadır. Ancak bugün de şahıslar, farklı
sebeplerle bir taşınmazın mülkiyetinin devrinde, farklı sebeplerden ötürü
isminin açıklanmamasını, gizli kalmasını isteyebilmektedir.
1.2.
Nam-ı
Müstear’ın Hukuki Niteliği
Nam-ı müstearın oluşmasını sağlayan esas amaç,
ismin gizli kalmasını arzu etmektir. Bir kimse ismini, sözleşmeyi yaptığı
kimseden gizlemek isteyebileceği gibi, üçüncü bir kişiden gizlemek için de
nam-ı müstear kullanabilir. Doktrinde nam-ı müstearın hukuki niteliği
hususunda bir görüş birliği bulunmamaktadır. Yazarlar, nam-ı müstearı; şahısta
muvazaa, inançlı işlem, vekalet ilişkisi gibi farklı görüşlerle açıklamaya
çalışmışlardır.
Yukarıdaki verilen nam-ı müstear örneğinde
dolaylı temsil söz konusu olduğu ve Borçlar Kanunu m.508/I uygulama alanı
bulması gerektiği kanaatindeyiz. Borçlar Kanunu m.508/1 şu şekilde
düzenlenmiştir: “Vekil, vekalet verenin istemi üzerine yürüttüğü işin
hesabını vermek ve vekaletle ilişkili olarak aldıklarını vekalet verene
vermekle yükümlüdür”. Böylelikle
nam-ı müstear ile isminin gizli kalmasını arzulayan arasında taşınmaz
mülkiyetinin devri hususunda bir alacak hakkı olmalıdır. Eğer ki nam-ı müstear,
vekalet verene karşı bu yükümlülüğünü yerine getirmezse, vekalet veren ona
karşı dava açarak Medeni Kanun m.716/I uyarınca mülkiyetin hükmen kendisine
geçmesini isteyebilmelidir. Nam-ı müstear, bir dolaylı temsil ilişkisidir ve
vekalet verene, nam-ı müsteara karşı borç yerine getirilmediği takdirde tescile
zorlama davası açma hakkı vermelidir. Bu durumda, vekalet sözleşmesinin resmi
şekilde yapılmış olması gerekmemekle birlikte vekalet sözleşmesinin geçerli ve
vekilin taşınmazı kendi adına fakat vekalet verenin hesabına edinmiş olması
yeterli olacaktır.
Nam-ı müstearın yukarıda verilen örnek
tekrardan ele alındığında satıcı (S)’nin kimliğini gizli tutmak isteyen (A)’yı
bilmesi durumu değerlendirilmektedir. Eğer (S), kimliğini gizli tutma arzusu
bulunan (A)’yı bildiği takdirde, bizce nam-ı müstear kurumunun kendine özgü
özelliği kaybolacak ve “şahısta muvazaa” ortaya çıkacaktır. Bu durumda (A) ve
(S) tarafları, dış dünyaya karşı gerçekte arzuladıklarından başka bir görünüş
yaratma noktasına gelmektedir. Yani,
nam-ı müstear ilişkisini malik olan (S)’nin, bilmesi halinde kanımızca, görünürdeki
işlem durumunda olan satış sözleşmesi, muvazaalı bir işlem olacak ve şahısta
muvazaa söz konusu olacaktır.
2. NAM-I MÜSTEAR’IN BAZI KAVRAMLAR AÇISINDAN
DEĞERLENDİRİLMESİ
2.1.
Muvazaa
İki kişinin gerçek iradelerini gizleyerek
görünürde bir beyanda bulunmaları muvazaayı oluşturmaktadır. Ortada bir
sözleşme bulunmakla birlikte, bu sözleşme tarafların gerçek iradelerini
yansıtmamaktadır ve sözleşme tarafların iradeleriyle uyumlu olmayan görünürdeki
beyanları üzerine kurulmuştur. Başka bir deyişle muvazaa, tarafların gerçek iradeleriyle
beyan ettikleri iradeleri arasında bilerek ve isteyerek yarattıkları
uygunsuzluk halidir. Muvazaanın tanımına birçok akademik çalışmanın yanı sıra
mahkeme kararlarında da rastlanmaktadır. Örneğin İsviçre Federal Mahkemesi, bir
kararında: “Taraflar, irade beyanlarının objektif anlamına bağlı bulunan
hukuksal sonuçların meydana gelmeyeceğini kararlaştırdıkları ve böylece sırf
görünürde bir sözleşme kurmak istedikleri takdirde, yaptıkları işlem
muvazaalıdır” şeklinde tanımlarken, Yargıtay 07.10.1953; 8/7 sayılı
İçtihatları Birleştirme Kararında “Zahiri beyanların hakiki maksatlarına
uymadığını bildikleri halde akitlerin kastettikleri vaziyetten başka bir hukuki
münasebette ittifak etmiş gibi kendilerini göstermiş olmaları halidir”
biçiminde bir tanıma yer vermiş bulunmaktadır.
Sözleşme hukukunda kural olarak irade
ile beyan birbirine uygun olur. Muvazaada tarafların irade ve beyanları
arasında uyum bulunmamaktadır. Taraflar üçüncü kişilerden gizlemek amacıyla
sadece görünüşteki sözleşmeyi, esas yapmak istedikleri sözleşmeyi
gizlemektedirler. Bu nedenle muvazaalı işlemler geçersizdir. Nam-ı müstearda
ise, taraflarca işlemin yapılması istenmekte, ancak üçüncü kişilerden gizlemek
amacı ile üçüncü bir kişinin devreye sokulması suretiyle işlem yapılmaktadır.
Nam-ı müstear, yapılan işlem ve doğurduğu sonuçlarıyla muvazaadan ayrılır.
2.2.
İnançlı
İşlem
İnançlı işlem, taraflar arasında karşılıklı
güven ilişkisine dayanılarak yapılan ve öngörülen koşulların ileride
gerçekleşmesi durumunda, bu anlaşmaya uygun hareket yükümlülüğü doğuran bir
işlemdir. Burada, taraflar karşılıklı bir güven ilişkisi içinde, üçüncü kişiyle
bir hukuksal işlemin yapılmasında anlaşmakta ve öngörülen koşulların ileride
gerçekleşmesi durumunda, hedeflenen asıl işlemin yapılmasını karşılıklı olarak
taahhüt etmektedirler.
İnançlı işlemler, iki unsurdan
oluşmaktadır. Bunlardan birincisi, inançlı devir işlemidir. Bu işlem bir hakkın
inançlı olarak bir kimseden diğerine geçmesini sağlayan tasarruf işlemidir.
İnançlı işlemin ikinci konusu ise, hakkın devrinin hukuki sebebini oluşturan
inanç sözleşmesidir. İnanç sözleşmesi, taraflar arasındaki temel borç
ilişkisinin kaynağını teşkil eder. Taraflar karşılıklı haklarını ve borçlarını,
özellikle inanılana devredilen hakkın kullanılma amacını ve sınırlarını, hakkın
inanana ne zaman ve hangi koşulların gerçekleşmesi halinde devredileceğini
inanç sözleşmesinde kararlaştırırlar. Bu bakımdan, inanç sözleşmesi, hakkın
önce inanılana devrini, sonra da inanana geri verilmesini düzenleyen bir
borçlandırıcı işlemdir.
Nam-ı müstear gibi inançlı işlem de mevzuatta
açıkça düzenlenmemiş bulunmaktadır. Ancak inançlı işlem, uygulamada ve
doktrinde kendisine yer bulmuştur. İnançlı işlemler, hukukumuzda, hakkın devri
tarafların iradelerine uygun olduğun için ilke olarak geçerlidir. Ancak,
muvazaa söz konusu olur ise, geçersizlik gündeme gelecektir. Bu duruma örnek
olarak, tarafların, inananın alacaklılarından mal kaçırmak için bir taşınmazın
mülkiyetini inanılana devretmeleri, fakat aslında borçlandırıcı işlemi teşkil eden
satış sözleşmesini, dolayısıyla mülkiyetin geçmesini istememeleri hali
gösterilebilir.
3. NAM-I MÜSTEAR KONULU YARGITAY KARARLARI
Nam-ı müstearı konu alan gerçekten de iki tane Yargıtay’ın
İçtihadı Birleştirme Kararı mevcuttur. Bunlar; 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı
İçtihadı Birleştirme Kararı ve 7.10.1953 tarihli ve 8/7 sayılı İçtihadı
Birleştirme Kararıdır.
7.10.1953 tarihli
ve 8/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında,
nam-ı müstear, “…yetkili memur önünde taşınmaz mülkiyetini kazanması istenen
kişinin adının gizlenerek onun yerine hayali bir ad veya sözleşmenin gerçek
taraflarından başka bir kişinin adı kullanılarak tescilin yapılması…” şeklinde
ifade edilmiştir. Fakat Tapu Sicil Tüzüğü m.18 uyarınca tapu memurunu, istemin
hak sahibi tarafından yapılıp yapılmadığını kontrol etmekle yükümlü olduğundan
böyle bir uygulamanın imkansız olduğunu belirtmek gerekir.
Yine bu kararda, vekilin, taşınmazı müvekkilin
nam ve hesabına alması gerekirken kendi namına satın alıp, tapuya tescil
ettirmesi halinde, mülkiyetin (tescilin vekil adına yapılmış olmasına rağmen),
müvekkile ait olacağı ve dolayısıyla mülkiyete sahip bulunan müvekkilin
taşınmazı kendi adına tescil ettirmek için sadece bir tapu sicilinin
düzeltilmesi davası açmasının yeterli olacağı kabul edilmiştir. Bu durumda ise,
mevzuatta öngörülmeyen bir mülkiyetin tescilsiz kazanılması hali
yaratılmaktadır.
7.10.1953 tarihli ve 8/7 sayılı İçtihadı
Birleştirme Kararında ise vekalet akdinin, vekilin üçüncü kişi ile yaptığı
satış sözleşmesi sonucunda kazandığı taşınmaz mülkiyetinin vekalet verene
nakledilmesi için, Medeni Kanun m.716/I’in öngördüğü nitelikte davalıyı tescile
zorlayan bir sözleşme olmadığı sonucuna varılarak, birinci karardaki görüşün
tam aksi bir görüş benimsemiştir. Bu noktada ise, temsilci, (vekil) konumunda
olan nam-ı müstear, sonradan, müvekkilin, (temsil olunanın) talebi üzerine
taşınmazın mülkiyetini devretmezse, temsil olunan onun aleyhine vekalet
hükümlerine göre dava açarak, borcun yerine getirilmesini isteyebilir. Ancak,
bunun için geçerli bir vekalet sözleşmesinin varlığı ve vekilin kendi adına,
müvekkil hesabına hareket etmiş olduğunun ispatı gerekmektedir. Bu husus kabul
edildiği takdirde, vekalet sözleşmesi, mülkiyeti devir borcu doğuran bir
sözleşme niteliği taşır. Bu sebeple Yargıtay’ın bu kararına da katılmak mümkün
değildir. Mevcut bulunan her iki Yargıtay Kararı da hukuki dayanaktan yoksun
bulunmaktadır.


